Jübileler ardı ardına geliyor; her ne kadar The Bucket List (2007)
Gran Torino‘dan (2008) önce çekilmiş ve seyirciyle buluşmuşsa da, benim izleme zamanıma göre Clint Eastwood, Morgan Freeman ve Jack Nicholson’dan önce oyunculuk kariyerine son noktayı koymuş oldu. Gerçi The Bucket List’in M. Freeman ve J. Nicholson için son kez görünme anlamı taşıdığı açıklanmadı; gerek filmin konusu gerekse bu iki büyük adamın artık beklenen son’a yaklaştığının apaçık belli olması insanda film izleme alışkanlığının ya da keyfinin ya da sanatsal üretime ortak olma hazzının da değiştiğini kabul etmesi bakımından baskı unsuru niteliğinde. Benzer hisse Gran Torino’dan da aşinayım. Biz sinema kapsamında aktörleri ve sanat eseri kapsamında filmleri izlerken onl

arı o anki halleriyle beynimize adeta çakıyoruz; sanki hiç yaşlanmayacaklar ya da yaşlansalar bile yine aynı karakterleri canlandırabilecekler gibi düşünüyoruz. Kendi adıma, Eastwood fenomenini çakılı (hep aynı) düşünme arzumun altında belki de benim de hep aynı kalma “plan”ım yatıyor. Bucket List’teki planlanan “ölmeden önce yapılması gerekenler” kapsamındaki işler gibi, ben de ölmeden önce “hiç değişmemeyi, hep aynı kalmayı” arzuluyor olabilirim. Zaten bu da, benim kendi hayatımın filmi olsa gerek; insanın kendi hayatının filmleşmesi başka nasıl olur ki? Kendimize hangi anlamları biçiyorsak, bu ancak başkaları için film tadında kalıyor; oysa gerçek olan bizzat biziz.
Filmde aktarılan mesajlar da bu yüzden hayatın taklidi olması açısından benim için bir anlam ifade etmiyor. Hayatımın hiçbir döneminde “ölmeden önce yapılacaklar listesi” hazırlamadım; hazırlama gereğinin kendisinin bile gereksiz olduğunu düşündüm. Filmde dile getirildiği gibi insanların, ölüm tarihlerini bilmek isteyip istmeyeceklerine dair yapılan ankette çoğunluğun (%94 gibi bir oran) o meşum tarihi bilmek istemediğinin çıkması bile bu listelere bir anlam katmıyor. Zengin bir adam ve fakir bir adam; zengin olanın sıcaklık, sevecenlik konusunda yontulması gerekiyor; bu zorlu işi fakir olan üstleniyor. Ve izl

eyiciler mesajı kavrıyor: Hangi sınıftan, düzeyden, renkten olursanız olun; “yalnız başınıza ölürsünüz… o halde zamanı boşa tüketmeyin, mutluluğun ardından gidin.” Bu mesaj öylesine karamsar ki, ancak ne zaman öleceği (6 ay-1 sene arasında) belli olan iki yaşlı adam tarafından ciddiye alınmalıdır, kanaatindeyim. Klişenin klişesi olan, zengin-fakir yakınsaması ancak ölüm söz konusu olduğunda yumuşak bir şekilde aktarılabiliyor. Ölüm düşüncesinin bu denli vurgulandığı bir film üzerinden de, başta yaptığım gibi, iki usta oyuncunun jübilesine dikkat çekmem manasız değil. Oysa ne kadar farklı düşünüyorum: ölüm düşüncesi (haydi adını koyalım: “Korku”su) tümüyle üstesinden gelinmesi gereken bir canavara dönüşmüş durumda; yine başta da dile getirdiğim gibi, sürekli izlediğimiz aktörlerin yaşlanması aslında bizim yaşlanmamız demek; buradan yani onların jübile gerçeğinden bir nevi kendi jübile gerçeğimize ulaşmak durumundayız. Bu da haliyle, belki de farkına varamadığımız bir huzursuzluğa neden oluyor. Karamsarlık tam anlamıyla bir hastalık; perdeleri çekip küçücük odada “öleceğim… mutluluğu arayayım çok geçmeden” diye düşünmenin bir manası yok; ya da internette kimi yerlerde bu filmle alakalı olarak yapılmış yorumlarda da okuduğum gibi, karısıyla birlikte -bu filmden sonra- “yapılacaklar listesi” hazırlayan pek etkilenmeye meyilli bünyeler önce kendilerine “benim Mısır piramitlerinden farkım nedir?” diye sorması ve belki de varlık problemini en başından, gözünü kapadığında gördüğü ya da göremediği karanlıktan başlatması yani başlangıcı anne karnından yapması gerekiyor. Yaşama süreci aynı zamanda ölme süreci; anne karnındayken bile ölüyoruz aslında. Durum bu kadar açıkken, ölmeden Mısır piramitlerini görme planının bir anlamı yok; Mısır piramitleri un ufak olmadan evvel bizi görmek istemediğinden; biz de (hiçbir zaman ısınamadığım) yarış arabası kullanma hazzından uzak durabiliriz. “Bunları yapmazsak ne kaybederiz?” diye sorma gereğini bile hissetmiyorum; o derece voluptas’ın yani hazzın “ölmeden önce” hissedilmesi üzerine bir “kaybedilecek bir şey yok” naifliğini serpiştirmiyorum. Hayatın kendisinin bir “kayıplar” hikayesi olduğunu; “değişmeler”, “dönüşmeler” ve haliyle “kaybedişler” ve “kazanışlar”ın bir bütünlük içerisinde manalı olduğunu görmemek için; yarış arabası kullanma düşüncesinin ne kadar da haz verici olduğunu düşünebilecek kadar varlık problemini en aşağı zeminden ele almak gerekiyor. Oysa insan dünyaya yukarıdan baktığında, ancak onun bir parçası olduğunu görebilir. İnsanın yaşaması başlı başına, ölmeden önce yapması gereken şeyin kendisidir.
F. Bacon, Lucretius’tan (De Rerum Natura II.1-10) şöyle alıntılıyordu (Sermones Fideles I.):
‘Suave est in litore stanti videre naves fluctibus exagitatas; suave ad arcis fenestram stanti, praelium comissum, ejusque varios eventus, inferius spectare; sed nulla voluptas aequiparari potest huic ipsi, nempe ut quis stet super clivum excelsum veritatis’ (collem certe inaccessibem, ubi aer semper liquidus est, et serenus), ‘atque inde errores, homines, palantes, caligines, et tempestates in convalle subjacente, despiciat:’