Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

Journey To The Center Of The Earth

“İnsanlığın ruhu engellenemez” diyordu Profesör Sir Oliver S. Lindenbrook (James Mason) filmin sonunda Edinburgh Üniversitesi öğrencilerine olan hitabında. Öyle bir hitap ki, bilimselliği metotlu, sistemli oluşunda yatan keşif başarısının gerektirdiği bir taçlandırma aslında. Yine filmin bir yerinde geçtiğince yeraltında değerleri ve görgüleri kanunlaşmış olan insanların lideri olarak (dünyanın/evrenin merkezine gidişte) Count Saknussem’i (Thayer David) öldürmeleri gerektiğinde asistanı, öğrencisi Alexander ‘Alec’ McKuen ‘den (Pat Boone) şöyle bir söz işitmişti: “Bizler bir insanı öldürebilmek için fazla medeniyiz.” Batılı kafa yapısının her tarafına sinmiş olan insanca, insana yakışan tutum yerin altında da aynı ölçüde kendini gösteriyor demekti bu. Yerin üstünde de bunu örnekliyor film. Yani bizlerin dünyasında da… Hiçbir şekilde engellenemeyecek olan insanlık ruhunun bayrağı daha ileriye taşıyacak olan gelecek kuşaklarcadaha da yüceltileceğinden kuşkusu yok profesörün, hitabında şöyle diyor:

“Başardığı şeyi ispatlayamayan bir bilimadamı hiçbir şey başarmamış demektir. Hiçbir notum yok, hiçbir kanıtım yok. Elimde hiçbir kanıt olmadan ortaya çıkarak bu üniversitenin adını lekeleyemem.”

İşte bu hitap bu tutumundan ötürü tümüyle batılı kafaya uygundur. Bilimsellik nerede? Peki bilimselliğin insanlık ruhunun engellenemezliğine katkısı nedir? Ben coşkun öğrenci kalabalığına -onların gözünde- “başarmış olan” profesörünhitabına baktığımda, bilimselliğe biçtiği rol ve yüklediği anlam açısından heyecanı sezebiliyorum. Neyin heyecanı?

Fiziksel adımını “5000 yıldan sonra insanoğlu Kayıp Atlantis’e adım atıyor” diyerek karşılayan profesörün heyecanı tabi ki. Bu aslında amaçlanan değildi. Amaçlanan başlarda bu yolculuğa çıkmaya karar verdiğinde yine profesörün dilinde şöyle sunuluyordu: “Tüm bilimlerin ana amacı bilinmeyeni anlamaktır. Dünyamız hakkında bildiklerimiz dış uzay ve yıldızlar hakkında bilgilerimizden daha az. En büyük gizem tam burada, ayaklarımızın altında.” Yani durulan, yaşanılan mekanın kendisini keşfetmekti amaç. Bunun da yapılabilmesi için asıl yardımcı olacak araç bilimsel metottu. Yine profesör şöyle diyordu: “Bilim tahmin üzerine kurulu bir oyun değildir.” Daha önceden dünyanın merkezine yol almış olan Arne Saknussem ‘in evvelce Kayıp Atlantis konusuyla ilgilendiğini öğreniyoruz, belki onun için asıl amaç Atlantis’i bulmaktı, ancak Prof. Lindenbrook ve asistanı için asıl amaç bilinmeyeni çözmekti.İzlandalı izbandut yolculuğun bir yerinde diğer yolculardan Madam Carla Göteborg (Arlene Dahl) vasıtasıyla yolculuğun amacını sormuştu, Alec’in verdiği cevap aslında bunu tümüyle doğruluyordu:

“İnsanlar neden Kuzey Kutbu’na ulaşmaya çalışırken donarak ölür? Neden Amazonların bunaltıcı sıcağına katlanır? Beyinlerini neden göklerin matematiğini çözmekle yorar? İnsanın aklına bir soru düştü mü, bulması binlerce yıl sürse de o cevap bulunmalıdır.”

Sorunun peşinden gitmek, hikayenin temeli tümüyle bu.

Peki Jules Verne nasıl gidiyor ‘soru’sunun peşinden, ona bakalım biraz da.

Michel Serres ‘in bir makalesi var, Jules Verne’s Strange Journeys başlıklı. (Jules Verne’s Strange Journeys, Michel Serres and Maria Malanchuk, Yale French Studies, No. 52, Graphesis: Perspectives in Literature and Philosophy, (1975), pp. 174-188) Orada çok önemli bir hususun altı çizilir. Denir ki şu ana kadarki tüm keşif yolculukları tamamlanmıştır, ya da biz tamamlanmış olan yolculukları bilmekteyiz. Gılgamış’ın,Odysseus’un, C. Columbus’un ya da Atalanta’nın. Dünyanın haritası artık çizilmiştir. Filmde de zikredildiği gibi dış uzay ve yıldızlar hakkında bir hayli bilgi sahibiyiz. (En azından şimdilik işimize geldiği, yaradığı ölçüde. Yoksaevreni tümüyle çözdük diye ortaya atılmışlık yoktur burada.) Olası bütün karşılaşmalar yaşanmıştır, insanoğlu karşılaşması gereken her dünyevi şeyle karşılaşmış, onu keşfetmiştir.Oysa bütün bunlar J. Verne’ün yolculuklarından farklıdır. Zira insanın bütün keşifleri horizontal yani yatay bir seyir izlerken, J. Verne’ün yolculukları eski insanların dünyasına ulaşma amacını güder. (M. Serres, A.g.e., p.175) Bu açıdan bakıldığında filmdeki Arne Saknussem gerçek bir J. Verne kaşifidir.

Homeros’un Odysseia, Vergilius’un da Aeneis destanında çizmiş olduğu yolculuk haritalarının bana kalırsa hem bu filmde hem de J. Verne ‘ün doğrudan kendi hikayesinde önemli bir öncüllüğü, rehberliği vardır. İnsan bir yerden başka bir yere amaç yüklenerek gider. Amaç yüklenmek! Tek-tanrılı dinlere göre Tanrı insana kendisinin en önemli özelliğinden pay vermiştir: Akıl. O akıl işte insanda amacı doğuran, amaca yönelik davranmasını sağlayan. Filmde Profesörün amacına ulaşmasında yani “space of knowledges”’a varışında bilimsellik tümüyle etkin, bunu başta söylemiştik. Körü körüne bir gidiş değil onunkisi. Zaten başta işin ehli olan Prof. Göteborg’a mektup yollayarak tahminini bilimsellik zeminine oturtuyor. Batılı akademi anlayışı gereğince de Edinburgh Üniversitesi’nden diğer hocaların gözünde kısmen de olsa kaçıklaşıyor. Zira başta da belirttiğimiz gibi Saknussem’in izinden gitmek olarak da değerlendirilebilir bu yolculuk, yani zamanında Kayıp Atlantis gibi ancak kaçıkların uğraşacağı (!) bir meseleye dalmış olan bir adamın izinden. Ama yine yukarıda belirttiğimiz gibi, aslında onunkisi Saknussem’inkinden farklıdır. O bilinmeyenin peşindedir, Saknussem ise tam bir J. Verne kaşifi olarak Kayıp Atlantis’in. Tabi Atlantis hikayesinin bilim nezdinde ciddiyetsiz bir konu olması filmin sonunda Profesörün elinde kanıt olmadığından kendisini başarılı saymıyor olmasıyla da alakalıdır. Atlantis’e dair kanıtımız sadece kimi eski ütopyalar (örneğin Francis Bacon, Nova Atlantis : http://cdurusken.blogcu.com/8890441/ ) ve Platon’un Timaios metniyse, bununla ciddi ciddi uğraşmak ancak fantastik edebiyata uygundur, bilimin herhangi bir koluna değil. İşte kırılmanın yaşandığı yer buradadır.M. Serres’in makalesinde vurguladığı “horizontal” biçimdeki keşif yolculuğu Saknussem’in Atlantis’i buluşunda yoktur. Onun yolculuğu eski insanların dünyasına yöneliktir, haritaya değil. Oysa Lindenbrook’un yolculuğu haritaya, insanlığın o andaki ve gelecekteki bilgi hazinesine yöneliktir.

Aslına bakılırsa buradaki bilinmeyeneyolculukkonusunda oluşan çift başlı durum başka eserlerde de karşımıza çıkar. Buna en yakın örneği vermekte rahat olmam gerekirse, Morris West’inTha Navigator adlı eseridir (Eser 1982 senesinde Metin Yurtbaşı tarafından “Denizci” adıyla çevrilmiş, İnkılap ve Aka Kitabevleri Koll. Şti. tarafından basılmıştır). Eserde West’in esas oğlanı Dr. Gunnar Thorkild atalarından kendisine miras kalan mana’nın peşinde koşuyordu. Hawai Üniversitesi’nde mevkisini yükseltmek için hazırlamış olduğu tezin bilimselliği tartışılmış ve tezde böylesine sihirli ve mistik niteliği bulunan bir adanın gerçekmiş gibi anlatılmış olması üniversitenin bilimsel ortamına aykırı bulunmuştur. Bunun üzerine Thorkild kendisine bir ekip kurarak bu ara ayıla bayıla izlediğimiz Lost dizisindeki adaya benzer olan bu adayadoğru yola çıkmış, bir kaza sonucu “Hızlı Kuş” adı verilen gemisi parçalanmış ve mürettebattakilerle birlikte söz konusu adada –kendisine kalan mana içinde- yeni bir yaşama başlamıştır. Şimdi West’in anlattığı bu mana arayışı da aslında Saknussem’in Atlantis manası peşinde koşuşuna benzer. İkisi de bilimsel bir amaç gütmez, ikisi de heyecan verici bir bilgi sunar ancak bu haliyle sadece fantastik alana seslenir.West’in The Navigator’ından iki ifade bunu iyi gösterir. Birincisine göreakademik kurul Dr. Thorkild’in mana dolu adayı anlatan tezini şöyle reddeder:

“Ada efsanelerini özenle toplamada ve bunları yayınlamada büyük bir ustalık gösterir. Fakat bazen bu efsanelerdeki gerçek payını ölçmede büyük yanlışlıklara düşer. Büyük haritacıların, hatta gökyüzündeki uyduların bile kaydetmediği bir noktayı Bay Thorkild gerçek bir ada olarak gösteriyor kayıtlarında: Güya Pitcairn ile Yeni Zelanda arasında, açıklarda bir yerde, henüz bulunamamış, kabile insanları ve denizciler için mezar olan bir ada vardır Bay Thorkild’e göre.” (sf.16)

İkincisi ise tezin reddedildiğini Thorkild’e açıklayan dekanla onun arasında geçen diyalogdur:

-Tezini okudum, güzeldi. Açık seçik, akla yatkın, gayet iyi bir şekilde belgelendirilmiş. Fakat son bölümde karıştırmışsın. Bilim adamlığından kalkıp, birtakım kestirimlerden hareket etmişsin. Sadece teori olarak kalabilecek bir yerin gerçek olduğunu iddia etmişsin.
-Böyle bir yer var, biliyorum!
-Nasıl?
-Bunu bana söyleyen adam benim büyükbabam, Kaloni Kienga. O kağıtta yazılı olanların hepsini bana o öğretti.
-Ve sana kanıtladı da?
-Evet.
-Fakat bunu kanıtlamadı. Ya da kanıtladı da, sen tezinde belirtmedin. Bütün bilim adamlarının yüzlerine karşı: “Bu böyle! İster kabul edin, ister etmeyin, çünkü ben söylüyorum” dedin. Tekrar soruyoum, peki neden yaptın bunu?
-Çünkü insan bir yerde bir şeyi inanarak kabul etmek zorundadır. Kaloni Kienga büyük bir insan. Kafasında binlerce yıllık bir geleneğin bilgisi kilitli. Ben ona inandım. Hala da inanıyorum. Her insanın kendi inancı olmasına hakkı yok mu?
(sf.18)

Tabi buradaki çift başlı durum açık seçik bir şekildebaşka bir çift başlı durumu ortaya koyuyor: Akıl ve İnanç!

Akıl ve İnanç çatışması (bkz. Fides et Ratio) başardığı şeyi ispatlamaya kilitlenmiş, mecbur bırakılmışolan hakiki bilim adamını ilgilendirmez, ilgilendirmediği noktada da zaten bilimin sınırları içinde kalmış olur. Filmdeki ve M. West’in eserindeki profesörler bu açıdan farklılaşmıştır. Biri bilimin sınırları içinde kalmış, diğeri inanç sahibi olma hakkını savunarak, inancının gerektirdiği yolculuğa çıkarak Saknussem’leşmiştir.

Aslında her noktada her insan Saknussem’leşebilir, Thorkild’leşebilir. Zira dedim ya başta, insan akleden yani cogitans’tır (http://jimi.blogcu.com/3421107/), hayatın statik bir amacı yoktur. İnsanların statik amaçları yoktur. Her amaç aslında başka bir amaca bağlanabilir ya da bağlanamaz. Önemli olan o amacın olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında karar sizin, J. Verne’ün bir kahramanı olarak yatay bir yolculuğa mı çıkmak istersiniz, yoksa hayallerinize, inançlarınıza dikey düşen bir yolculuğa mı? Neyi keşfetmek istiyorsunuz? Kendi Atlantis’inizi mi? Nereye varmak istiyorsunuz? Kendinize mi? Sonunda kendi sorunuza vereceğiniz kendi cevabınıza mı? Bana kalırsa izbandut İzlandalının sormuş olduğu “Neden bu yolculuk?” sorusunun hiçbir manası yok, zira insan zaten cogitans bir varlık olduğu için yolculuğa zorunludur. Bu insani oluşa bağlı bir problemdir. İnsana aittir. İnsan bilgiyi özümsemek ister, çünkü düşünce sahibidir. O halde Atlantis’inize gidin ya da gitmeyin, hepsi insancadır. Sadece karar vermek belki de, sadece bir şey yapmaya karar vermek. İnsanlığın en temel noktası. Karar vermek.

Filme alakalı söylenebilecek çok şey var elbette, ben sadece bana düşündürdüğü şeyleri yazmak istedim. Onun dışında filmin hiç sıkıcı olmadığını yer yer hoş diyaloglarla güldürdüğünü (örneğin yolcularımız yerin altında dinlenirlerken madamın bir yerlerde yürümekte olan birilerinn ayak seslerini duyduğunu söylemesi üzerine, Profesörün şu ifadesi müthiştir: “Zamanın başlangıcından beri kadınlar ayak sesi duymuştur, şimdi uyuyoruz rahatsız etmeyin vb.” veya yerin altında bir kayayı parçalayabilmek adına suni heyelan yaratmak istediklerinde, Tanrı’ya sığınan Alec’in “Dünyanın ve Cennetin efendisi…” diye başlayan duasını yarıda kesen Profesörün şöyle demesi: “Ne olur ne olmaz, onun krallığına sınır koyma.” Vs.), yer yer 50-60’lı yılların efekt imkanlarını iyi gösteren bir film olarak değişik hislerle bizi sardığını,Bernard Herrmann’ın bestelerinin yine coşturduğunu söylemek gerek.

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: