Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.
>FİKİR ADAMLARI VE DÜŞÜNCE ÜRETİMİ ÜZERİNE KONUŞMA
Sefa Kaplan — Sizin de bazı yazılarınızda belirttiğiniz gibi, Türkiye’de aydın konusunda giderek bir farklılaşma göze çarpıyor. İlim adamları, ön plana çıkarken, fikir adamları nasıl geri plana itiliyor. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Hilmi Yavuz — Fikir adamları (mütefekkirler) , düşünce üreten insanlar… Bir yandan yazın üzerine, bir yandan musiki üzerine, bir yandan politika üzerine yazıyorlar. Fikir adamlarının sayısı giderek azalıyor. Bunların genellikle herşeye karıştırdıkları, bunların herşeye burunlarını soktukları gibi, pejoratif, küçültücü bir yaklaşım var. Fikir adamı, bilim adamı değil ki! Bilim adamından sözediyor olsak, o zaman çizmeyi aştığı söylenebilir. Oysa fikir adamı düşünce üretir, düşünceninse sınırı yoktur. Müzik üzerine düşünce üretmek için müzikolog olmak gerekmez. Müzik üzerinde bilgi üretmek için müzikoloji bilgisi gerekli olabilir. Ama Türk musikisinin genel sorunları üzerinde, bir kültür problemi olarak ele alındığında, çok büyük bir musiki bilgisine gerek yok. Yahya Kemal nota biliyor muydu? Ama bu, onun Türk musikisi üzerinde bir fikir adamı olarak konuşmasını engellememiştir. Bu, çok önemli bir sorun. Biz şimdi, düşünce adamı, düşünce üreten adam eksikliğiyle karşı karşıyayız.
Türkiye’nin sorunları üzerinde düşünen, kuşatıcı bir zihinle problemlere yaklaşan, global sorunlar üzerinde düşünen adamlar, bundan kırk ya da kırkbeş yıl öncesine göre, çok daha az sayıda…
Bundan kırkbeş yıl öncesi için, bir çırpıda on tane fikir adamı sayabiliriz. Bunlardan bir kısmı, hiç şüphesiz, aynı zamanda bilim adamlarıdırlar da… Tanpınar, Hilmi Ziya, Mustafa Sekip Tunç gibi. Ama bunların bilimsel bilgi üretme özellikleri hiçbir zaman onların mütefekkir olma özelliklerinin önüne geçmiş değildi. Tam tersine, düşünce adamı nitelikleriyle öne çıkan kişiler bunlar… Bu, onların bilim adamlıklarını küçümseme anlamına gelmiyor kuşkusuz. Yaptıkları şey, çok doğru olarak, Batı’da kendi alanlarında üretilmiş bilgileri aktarmaktan ibaret.. Yani, birer nâkil (aktarıcı) durumundalar. Benim asıl vurgulamak istediğim fikir adamı özellikleri, düşünce üretme özellikleri.
S.K. — Yani, uzun süredir bilgi üretimi, düşünce üretiminin önüne geçti, diyebilir miyiz? Sebebi nedir bunun?
H,Y. — Şimdi bunun nedenleri üzerinde duralım biraz. Niçin bilgi üretimi düşünce üretiminin önüne geçti, ya da en azından, öyle görünüyor? Bunun nedenlerini, Türkiye’de pozitivist düşünce, pozitivist bir sorunsal içinde düşündüğümüzde, bilgi üretimi düşünce üretiminden, her zaman daha önde’dir. Dolayısıyla, pozitivist ideolojinin egemenliği, ister istemez, düşünce adamlarının, bilgi üreten adamlara göre daha arkada kalmasına, bilimsel bilgi üreten adamların öne çıkmasına neden olmuştur; böyle denilebilir sanıyorum. Ama bu, bir varsayımdır. Gene de bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Bir de şu var: Biz bilimsel bilgi üretimini öne çıkartıyoruz, tamam, düşünce adamları yerine bilim adamları ‘ikame etmeye’ çalışıyoruz, deyim yerindeyse; ama bu gerçek bir ikame olmuyor. Çünkü fikir adamlarının problemleri çok başkadır. Şu da var: Bilimi öne çıkardık, ama gerçekten bilim yapabiliyor muyuz? Bilim üretiminin Türkiye’de nesnel koşulları var mıdır? Ve bunun kurumsal tekabülleri var mıdır?
Önemli olan şu: fikir adamı yokluğu, demin de söylediğim gibi, Türkiye’nin sorunları üzerinde kavrayıcı ve kuşatıcı olarak düşünen insanların da yokluğu anlamına geliyor. Fikir adamı, kendi ülkesinin sorunları üzerinde düşünen adam demektir. (Fikir adamı, bana, hep daha ulusal kimliği ağır basan bir aydın gibi gelmiştir.)
S.K. — Cumhuriyetten sonra pozitivist bir siyasetin tercih edilmesi, «aydın» kavramını da farklı zeminlere oturtuyor galiba?
H.Y. — Şimdiye kadar uygulanmış olan genel bir pozitivist siyasetin kültür alanına taşınması, aktarılması, fikir adamlarının ikinci plana itilmesi sonucunu doğurdu, diyorum. 1930’larla 1950 arasındaki döneme bakalım. O dönemde üretilen düşünce yapıtlarına bakalım. Böyle bir istatistik yok elimizde, ama şurası kesin: 1960’dan sonraki 25 yıl, 1960’dan önceki 25 yıla göre çok daha sığ ve çok daha çoraktır. Hiç kuşkusuz, 1960’dan sonra da ülkenin meseleleri üzerinde düşünen bir takım insanlar var. Şimdi bana diyecekler ki, bir Doğan Avcıoğlu’nu, bir İlhan Selçuk’u, bir Yalçın Küçük’ü nasıl yadsırsın, bunların fikir adamı olma niteliklerini nasıl inkârdan gelirsin? Bana öyle geliyor ki, 60’dan önceki kuşak, yani daha önce adlarını saydığım fikir adamları (Tanpınar, Hilmi Ziya, Mustafa Şekip vb.) sorunlara daha global olarak bakan insanlar idiler. Ve bana öyle geliyor ki, bunların entellektüel donanımları, 60’dan sonrakilere göre, 60’dan sonra fikir adamı sıfatıyla ortaya çıkanlara göre, çok daha ağırlıklı, çok daha derindi. Dolayısıyla, Türkiye’de ‘aydın’ sorunu gündeme getirildiğinde, bu sözünü ettiğim, anlatmaya çalıştığım noktanın gözardı edilmemesi gerektiği kanısındayım. Çünkü bu durum, aydın tipinde önemli bir değişikliği birlikte getiriyor. Klasik münevver dediğimiz Türk aydınının yerini kendi alanında uzmanlaşmış, sadece kendi alanını bilen, kendi alanında bile dar ve sınırlı bir uzmanlık edinmiş bilim adamları alıyor. Bunu elbette küçümsüyor değilim. Mikro düzeyde iş gören bir uzmanlaşma, makro düzeyde düşünce üretiminin yerini alıyorsa ve ‘aydın’ kavramı içinde böyle bir yer değiştirme gerçekleşiyorsa, o zaman bunun nedenleri üzerinde düşünülmesi gerektiği kanısındayım. Bu çok önemli bir nokta. ‘Aydın’ sorunu gündeme gelecekse, bu durum yabana atılmamalı.
S.K. — Türkiye’de aydınlar imtiyazlı bir zümre midir? Bu imtiyaz, aydınların lehine mi, yoksa aleyhine mi çalışmıştır?
H.Y. — Türkiye’de aydınların imtiyazlı bir sınıf olduğu dönemler olmuştur. Cumhuriyetin ilk dönemleri de dahil, aydınların ama Gramscien anlamda ‘organik’ aydınların gerçekten ayrıcalıklı konumda olduklarına dair elimizde pek çok kanıt var. Ama bu, genellikle gerek düşünce üreten, gerekse bilgi üreten insanların, yanısıra, yazınla uğraşanlar için de geçerli. Mesela, şairlerin belli bir imtiyazları var. Bu imtiyazlı konumları sadece politik toplumda, bürokrasinin içinde bir takım yerlere getirilmeleri bağlamında ortaya çıkmıyor. Bunun yanısıra, toplumun onlara verdiği belli bir statü değeri de var. Diyelim ki Hâşim, çok kolayca, bir tavassutla bir takım görevlere getiriliyorsa, bu bütünüyle Hâşim’in şair olarak, bir aydın olarak kendisine verilen değerle ilişkilidir. Düşünebiliyor musunuz, Yahya Kemal büyükelçilik yapıyor… Tanpınar, —mektuplarından öğreniyoruz— Ahmet Kutsi’ye yazdığı bir mektubun hemen ardından milletvekili olarak Meclis’e giriyor… O dönemin aydınlarının, özellikle devlet katında büyük bir saygınlık gördüklerine tanık oluyoruz. Toplumda da bu saygınlıkla orantılı yerler ediniyorlar.
S.K. — Şimdi şöyle, iyimser bir tablo çizilebilir mi? 60-80 arasında, kemikleşen aydınlar kamplaşmasının 80 tecrübesinden sonra aydınları bir diyalog arayışına sevkettiği söylenebilir mi?
H.Y. — Diyalog arayışları olduğu kanısındayım. Ama somut olarak, herhangi birşeyin gerçekleştiğini söyleyebilecek kadar iyimser olmadığımı da belirteyim. Bir takım arayışlar var. Gerek sağdaki, gerekse soldaki arayışlar bana öyle geliyor ki, düşünce üretiminin en azından işlevini ve önemini yeni baştan kavramaya başlayan bir kuşağın ortaya çıkması demektir. Şimdi seksen sonrasının önemli değişikliği, bütün bu şiddetle yaşanmış tecrübelerden sonuçlar çıkarmış bir genç kuşağın, sorunları daha kuşatıcı görmeye yatkın, daha bir fikir adamı gibi görmeye yatkın bir eğilim edinmelerine neden olmuştur.
S.K. — İsterseniz biraz da demokrasiden söz edelim. Aydınların demokrasi konusundaki tavrını samimi buluyor musunuz? Askeri ihtilallerde aydınların rolü nedir?
H.Y. — Malumu ilam: demokrasinin temel yapılarından biri, düşünce özgürlüğüdür. Düşünce özgürlüğünün karşısında olabilecek bir aydın düşünemiyorum. Demokrat toplum düşünce özgürlüğünü gerçekleştiren bir toplumdur. Ama demokrasiden neyin anlaşıldığı konusu üzerinde —düşünce özgürlüğünden başka neyin anlaşıldığı konusunda— bazı anlaşmazlıklar olabilir. Hemen şunu belirteyim; ben kendi konumumu açıkça söylemek zorundayım: Ben, düşünce özgürlüğüne kesinlikle hiçbir sınır kabul etmiyorum. Düşünceye yasak konulamaz. Herkes kendi düşüncesini dilediği gibi söylemekte ve yazmakta özgür olmalıdır.
Doğallıkla bunu söylemek yetmiyor. Çünkü söyleseler bile Türkiye’de bütün aydınların bu platform üzerinde birleştiklerini sanmıyorum. Ne yazık ki, düşünce özgürlüğünden yana olanlar, sadece kendi düşüncelerinin söylenmesine, karşıt düşüncelerin söylenmemesine eğilimli bir demokrasi anlayışı içindeler. Bu anlamda, Türkiye’deki bütün aydınlar, fikir adamları, her türlü buyurgan ve yasakçı düşünceye karşı olduklarını somut edimlerle ortaya koyabiliyorlar mı? Ahlakın ölçütü söz değil, edimdir çünkü; ya da söz-edim (speech-act)! Bu, çok önemli. Bence bu konuda sağın çok ciddi ve vahim sorunu var. Şimdi şu ayırımı her zaman gözönünde tutmak lazımdır: Politik toplum, elbet yasaklar koyacaktır. Çünkü, yasaksız bir politik toplum olamaz. Yasaksız devlet olamaz. Ama politik toplumun dışında, kalan sivil toplum söylemi içinden konuşanların, yasakçılıktan yana olmamaları gerekir. Politik toplumun koyduğu yasaklara karşı, sivil toplum söylemi, yasakçılığı barındırmaz. Tipik örnek: Türkiye’de bazı aydınlar, genelde yasakçılığın karşısında olduklarını söylemişlerdir. Ama diyelim, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sı yasaklandığında bunu alkışlamışlardır; yasakçı ve buyurgan bir tavırdan yana olmuşlardır. Şimdi, bu aydının, demokrat bir tavır içinde olduğuna inanmamakta mazurum. Her türlü yasakçılığın karşısında olduğunu söylüyor, ama buna karşılık kendi düşüncelerinin karşısında olduğu bir filmin yasaklanmasını pekâlâ onaylayabiliyor! Böyle şey olmaz… Bu çok önemli bir ölçüttür. Yani, bir aydının gerçekten demokrat olup olmadığı konusunda en önemli ayırdedici sınır çizgilerinden biri budur. Bir başka aydın, örneğin, her zaman demokrat olduğunu söyleyen bir başka aydın, İsveç’te çevrilmiş olan Otobüs filminin Türkiye’de gösteriminin yasaklanmasını, açıkça isteyebilmiştir. Şimdi bakın, demokratlığın ölçütü yasakları tümel olarak sözde onaylamamak mıdır, yoksa tikel bir yasağı söz-edim’de (fiilen) onaylamamak mı? Ben, ikincisi diyorum.
S.K. — Biliyorsunuz Türkiye’de iki değişik olay yaşandı. İkisi de İzmir’de. Doç. Nebahat Koru, başörtüsü taktığı gerekçesiyle üniversiteden atıldı. Büyük basından çıt çıkmadı. Kısa kollu bir kız üniversiteye alınmadı ve müthiş bir kıyamet kopardı basın. Bu çifte standart değil mi?
H.Y. — Kesin öyle. Bir yasakçılık sözkonusu ise, her iki konuda da aydın, aynı tavrı almak zorundadır. Bunu yapabiliyorsak, gerçekten demokrat olduğumuzu söyleyebiliriz.
Bir de, benim Türk aydınının demokratlığı konusunda bazı kuşkularım her zaman olmuştur, ama zaten diyeceksiniz ki, onlar ‘aydın’ tanımının dışında kalıyorlar. Çifte-standartlı davranıyorlarsa, aydın değildirler. Bu, aydının tanımına aykırı. Ben, böyle bir çifte-standart uygulayan adama nasıl aydın diyebilirim?
S.K. — Biraz da ölümden sözetsek… Bir düşünür olarak sizin için ölüm ne ifade ediyor?
H.Y. — Çok yakında çıkacak olan Zaman Şiirleri kitabımın son şiiri, Ölüm ve Zaman adını taşıyor. Kitap, üç bölüm. Birinci bölüm, «Dün»; ikinci bölüm, «Bugün»; üçüncü bölüm, «Yarın» adını taşıyor. Kitabın son şiiri olan Ölüm ve Zaman, «Yarın» bölümünün tek şiiridir. Bunun sembolik bir anlamı var elbette. Şiir şöyle bitiyor: «Ölüm, toplananın dağılışı/Kitap, hüzün ve gövde/Ölüm belli belirsiz yükseliyor.»
Şimdi, ben eski bir bibliyomanım. Kitap hastasıyım. Aşağı yukarı yedi-sekiz bin ciltlik bir kütüphanem var ki, benim büyük ölçüde mal varlığımdır. Mal varlığımı ve meta-ı gururumu oluşturuyor. Şimdi bir şeyi farkettim ben : Sahafların, birtakım insanların kitaplarıma karşı özel bir iştiha duyduklarını birden farkettim. Yani, sanki, «ne zaman öleceksin?» sorusunu sorar gibidir çoğu. Bu böyle midir, yoksa benim vehmim midir? Ama böyle birşeyi yarı şaka, yarı ciddi hissettiğimi söyleyebilirim.
Gerçek şu: Sahaf, kitap malvarlığı üzerinde yaşayan adamdır. Yani, birisinin kitaplığını satın alacak ki, o kitaplık başkalarınca satın alınarak yeni kitaplıklara dönüşsün! Sahaflardan aldığımız her kitabın üzerinde, bizden önce yaşamış bir başka insanın (ya da, insanların) kitaplığında bulunduğunu gösteren birtakım imler vardır. Böylece hiç adını duymadığım, yüzünü görmediğim birtakım insanların kitaplarına sahip oldum. Ölüm, bir bibliyoman için, kendi kitaplığının dağılması demektir. Dolayısıyla, bu şiirin son dizelerini, ölümü gerçekten toplanan’ın, o güne kadar birikmiş olan’ın dağılışı diye nitelemek, yanlış olmaz diye düşündüm.
Wittgenstein söylüyor: «Ölüm, yaşama ait bir olay değildir. Ölüm, yaşanmaz» (Tractatus: 6.4311). Filozof, böylece kestirip atabiliyor; ama şair öyle değil. Şair ölüm’e doğru yürüyüşü (Heidegger: Sein zum Tode) biliyor. «Ölüm» deyince hep aklıma ölüm şiirleri gelir benim. Yahya Kemal’in, Necatigil’in, Cahit Sıtkı’nın… Necatigil’in «Hüthüt> şiirini düşün meselâ. Ölüm, bu…
S.K. — Hüzünlendiniz…
H.Y. — Evet, ama hüzünler de dağılacak sonunda. .. Şimdiden ne kadar biriktirirsek o kadar iyi…
Künye: Hilmi Yavuz, Kültür Üzerine, Sf. 122-130, Bağlam Yay. İstanbul 1987.