Dr. C. Cengiz Çevik (Klasik Filolog) – Blog

Birtakım filolojik hassasiyetler: Eskiçağ ve günümüze dair kişisel okumalar ::: İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı bölümü, Dr.

Dualizm

Aslında dualizmi betimlerken “rüya görürken, kendinizi hem dışarıdan izliyor hem de birinci şahıstan rüyayı deneyimliyorsanız ne olduğunu anlayabileceğiniz şey” demek uygun değildir [bkz.], zira dualizm / ikicilik -ilk ve genişletilmiş anlamıyla- bir yapıyı meydana getiren iki unsurun asla birbirine dönüştürülemeden, ayrı fenomenal kimliklere sahip olması durumudur.[1]

Verilen örneğe bakarsak, “rüya görme” olayının öznesi “hem dışarıdan izliyor” (“rüyayı dışarıdan nasıl izliyor?” diye sormak gerekir ancak bu kaba incelememiz zaten bu soruyu cevaplayan nüveleri barındırıyor, biz yine de bu ilk duruma a diyelim) “hem de birinci şahıstan rüyayı deneyimliyor” (kast edilen rüyanın sahibinin/görenin söz konusu rüyada kendisini baş-rol/yan-rol vs. bir şekilde rüya aktörü olarak görmesi olmalı, bu duruma da b diyelim) ise, a ile b dualizmin tanımında geçen birbirine dönüştürülemeyen iki “kendinde” (in se) ve “bağımsız ilke”ye (İng. “independent principle”, Lat. “principium suummet” ya da “solutum principium”) dayandırılamamakla birlikte, bizzat bu ilkeler de olamaz. 

Zira rüyayı deneyimleyen zaten bir kişidir ve o kişi “zaten” kendisini “o rüyada” gören kişi olmaktan öte bir kimlik sahibi olamaz, o rüyanın görülmesi kendisi sayesinde olduğu yani “eyleyen” özne bizzat kendisi olduğu için, görülen meta yani kendisiyle olan ilişkisi “bir yapıyı meydana getiren, birbirine dönüştürülemez iki ilkenin mevcut durumu“na işaret etmez, çünkü böyle bir durumda “farklı” olduğu düşünülen iki durum (a ve b) arasında “sadece” özne ile nesne ilişkisi vardır, oysa eyleyen ile eylenen arasında, dualizmin doğasındaki “iki ilkelilik”le açıklanabilir “belirleyici” ilişki yoktur. Örneğin “ben kitabı aldım” dediğimde, “ben” ile “kitap” arasındaki ilişki almak fiili düzleminde dualist bir durumu işaret etmez.

Entirinin yukarıdaki yani “giriş” bölümüyle dualizmin “ne olduğu” kadar “ne olmadığı” üzerinde de durarak, “ne olduğu”nu anlamaya çalışmış oluyoruz. Bunu niye vurgulama ihtiyacı duyduğumu söyleyeyim: Hal böyle olunca, biri çıkıp da “bu da aslında bir dualizm örneği olabilir mi?” diye sorabilir. Buna vereceğimiz cevap da bize dualizmin belirleniminde neye dikkat etmemiz gerektiğini gösterir. Bir şeyin olduğu ile olmadığı şeye yapılan vurgu, en geniş çerçeveden bakılırsa, bütünü oluşturan iki ilkenin “dönüştürülemez, bağımsız” nitelikleriyle yapıda nasıl bulunduğunu açık edebilirse de, dualizm okumasının amacı bu değildir. Dualizm tanımında iki ilke arasındaki “birbirine zıtlık” koşulu ön plana alınmaz, aksi halde, yapıda bir “uyum” olduğu düşüncesinden hareketle dualizmi başlı-başına uyumun ikrarı olarak değerlendirmemiz gerekirdi. Oysa böyle bir durum söz konusu değildir. Dual yani ikili yapının öncelikli olarak “uyum” yorumuna maruz bırakılmaması gerektiği fikrini, Yunan felsefe terminolojisinde “uyum”a karşılık gelen harmonia teriminin etimolojik analizinden hareketle de savunabilirim. 

Zira “uyum” diye çevirdiğimiz harmonia terimi, “eklem” anlamındaki harmos isminden gelmekle birlikte yapıyı oluşturan şeylerin adaptasyonu ve kombinasyonu düzleminde “eklemlenmek, uymak” anlamındaki harmozein fiiliyle doğrudan alâkalıdır. Keza harmonia‘nın Latincesi olan convenientia terimi de aynı mantığı gütmektedir: (“gelmek” anlamındaki venire fiilinden hareketle) “şeylerin bir araya gelmesi ve birbirine uyma durumunu ortaya çıkarması” (venientia: “gelen şeyler”).

Buna karşın dualizm dendiğinde “ilk” akla gelecek olan şey gece ile sabah gibi “uyumun” parçaları ya da yapıdaki sıradizimin yürütücüleri (biri bitince diğeri başlar) olmaları durumu olmamalı. Uyumdan ziyade, dualizmde öne çıkan husus, yukarıda da vurguladığım gibi, yapıyı oluşturan iki unsurun “bağımsız olarak var olması” durumudur. Bunun sağlamasını, felsefe-bilim tarihinde karşımıza çıkan dualist çözümlemelere bakarak da yapabiliriz. 

Örneğin paralelizm düşüncesinde ilk vurgulanan unsur, zihinsel (ruhsal) ve bedensel (maddesel) tözlerin birbirinden ayrılığıdır, “bir araya gelerek nasıl uyum oluşturdukları” ya da “birbirlerini nasıl takip ettikleri” değil. Paralelizm düşüncesinde, diğer dualist yaklaşımlardan farklı olarak “yapıyı oluşturan iki şey arasında nedensel bağ olmasa bile, birbirlerine karşılık gelecek ölçüde yapılanma/yerleşme” yani “iki şey arasında paralellik kurma” anlamı baskındır. Psikofizik paralellik (psychophysical parallelism) kapsamında irdelenen de zaten budur, bir şey nasıl oluyor da, başka bir şeyle “nedensel” bir müşterek zincirin parçası olması koşulu olmaksızın müşterek olabiliyor? Ruh ve beden birbirinin nedeni olma koşulu olmaksızın, nasıl oluyor da, tek bir yapının üyeleri olabiliyor? 

Örneğin Leibniz diyor ki, “beden(ler), sanki ruh(lar) hiç yokmuşçasına, etkendir…. ruh(lar) da, aynı şekilde, sanki beden(ler) hiç yokmuşçasına etkendir, dahası her ikisi de sanki (evvelce) birbirlerini etkilemişlercesine hareket ederler.[2] Bana kalırsa, bağımsızlığına düşkün olanlar önce paralellizme eklemlenen bu dualist çözümlemeye tutunsun, böylece bağımsız olmanın dual yapı oluşturmaya mani olmadığını anlayabilirler. Tabi ki, dual‘i multi yapıp tüm sosyal yapının aslında “bağımsız” bireylerden oluşabileceği, bu yüzden özgürlüğün de “dışarıdan bakıldığında” görülebilecek “özde” paralelliklerde yer alabileceği anlaşılmış olur.

Peki, dual yapıdaki bu “paralel” hareketliliğin kaynağı nedir? İşte, bu büyük bir problem. Renaissance sonrası paralelist dualistlerden olan Malebranche bu kaynağı Tanrı’yla ilişkilendiriyor. Demeye getiriyor ki, Tanrı zihnin ve bedenin üstündedir, insanoğlu güdük algı yeteneğiyle, “sanki zihin ile beden arasında bir etkileşim varmış gibi düşünür“, oysa böyle bir şey yoktur. Tanrı zihni ve bedeni ayrı ayrı ama birbirine “para lel” hareket ettirir.[3] Bu paralelist dualist mantığı şöyle düşünelim: 

Tanrı bana hem kolumu kaldırma isteği veriyor, hem de kolumu kaldırtıyor, yani Tanrı dünyevî hareketin hem kendisini hem de isteğini/istencini veriyor.

Yukarıda, Leibniz’in de, önceden kurulu bir uyuma (İng. pre-established harmony, Fr. harmonie préétablie) göre zihin ile beden arasında dualist paralellik gördüğünü söylemiştim. Malebranche ile Leibniz arasındaki fark, bu dual yapının kutsîliği üzerinedir. Zira Malebranche iki bağımsız ama paralel unsurun birlikteliğini tanrısal mucizeyle ilişkilendirirken, Leibniz bunu doğrudan kurulu uyumun kendisi olarak görüp mucizevîliği reddeder. Başka deyişle (daha da açımlayalım) Malebranche hareketi ve istenci Tanrı’yla ilişkilendirirken, Leibniz yaratılan şeylerde kendilerine özgü bir güç bulunduğunu ve bu gücün hareketin kaynağı olduğunu söyler.[4] O halde Leibniz, bedene yani maddeye, Spinoza gibi içsel bir güç (belki “ruhçuk”) atayarak atomcu panpsişist olur. Bu düşünceyi, ruhu “tesadüfî hareket eden, kaynağı belirsiz bir güç” olarak tanımladığınız ve düzeni kaosa indirgediğiniz ölçüde materyalist kılmanız mümkündür. Bu, var olan gücün kaynağına biçilen donun kirli ya da temiz olması arasındaki farkı andırır. Don kirlenmişse çıkarırsınız, temizse çıkarmazsınız, aynı şekilde maddeye biçtiğiniz anlam pütürlüyse “ruhu yok, zaten evrene kaos hakim“, pütürsüzse “ruhu var, zaten evrende bir düzen var” diyerek “her şeyi çözdüğü için gece kafasını yastığa gönül rahatlığıyla koyan gamsız herif“i oynayabilirsiniz. Gece bunalıp da, duvar saatinin durmaksızın sağa sola sallanan şeyi gibi yastığı aşındıranları daha yakın buluyorum kendime. Coleridge gibi çıkıp da, Leibnizci bir duyuşla “bir zamanlar duyu-üstü/ötesi bir varlık vardı ve bir uyum kurdu” demektense[5]bir zamanlar buradan bana arsa teklif etmişlerdi de almamıştım, şimdi bayaa gelişti, devlet hastanesi yapacaklarmış, daha da gelişir” demeyi tercih ederim.

Neyse efendim, sonra, dualist interaksiyonizm var, kökü Platon ile Pythagoras mistisizmine uzanan bu düşünce geçmişten günümüze en benimsenmiş dualist yaklaşımlardan biridir. Özünde beden ile zihni (ruhu) paralel değil interaktif yani neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde birbirine güdümlü kılar. Mesela Aristoteles ilk ve gerçek tözün “madde” olduğunu ancak maddenin de bir cevher ve biçimden oluştuğunu söylerken bu dualist interaktif ilişki düşüncesinin temelini sağlamlaştırır. Ancak burada “şaşırtıcı” olan Aristoteles’in, hocası Platon gibi, ruhu ayrı bir töz olarak düşünmemesine rağmen, ruhtaki nous‘u yani aklî kısmı “ölümsüz” ve bedensiz görerek dualist interaktifliğe gölge düşürmüş olmasıdır. Aristoteles’in bu yaklaşımının (nous teorisi dışında elbette) günümüzde psikofizyolojik psikoterapi yanlılarınca savunulması, Freudyen çözümlemede yer alan “ego bedene hapsolmuştur” düşüncesinin de bu terapistlerin gözünde değerli olduğunu gösterir. 

Aristoteles öz’ü maddeye, Freud da ego‘yu bedene interaktif manada bağlayarak farklı zihin tedavi kapılarını da aralamıştır. H. Gross ve K. Fligstein’dan hareketle söylersek, duygularla kelimeler arasında bir bağ vardır (“seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım“), keza arzularımız ister ilkel, ister gelişmiş düzeyde olsun, bir şekilde bedenlerimizi etkileyecek ve bedensel hareketlerimizi yani dünyevî varlığımızı “o” yapan canlılık göstergesini (“hareketliliğin kendisi” diyelim kısaca) belirleyecektir. Ruhsal hastaya bedensel hareketleri monitorize edilerek gösterilirse, çok etkin bir tedavi sağlanabilir.[6]

Daha sonra kartezyen dualizm, dualist interaksiyonizmin başına iş açmıştır, sıkıldığım için entiriyi kapamaya yer arıyorum. Kısaca bahsedeyim. Descartes, diğer dualist interaksiyonistlerden farklı olarak, -ki Erbakan terim içindeki “…siyonist” ifadesinden işkillenmektedir mütemadiyen- ruh ile beden arasında mekanik ve fiziksel bir ilişki olduğu tezini ortaya koymuş ve vakvakları ürkütmüştür. Zira daha sonradan Sir Karl Popper’ın da eleştireceği türden (üstadın haberdar olup da yerin dibine sokmaya çalışmadığı hiçbir şey yoktur, aksi herifin teki işte) bir problem doğurmuştur Descartes’ın bu yaklaşımı, buna göre, dualizmin bir parçası olan ruh uzayda yer kaplamıyorsa, uzayda yer kaplayan fizikî bedeni nasıl olur da -“fizikî” bir neden olarak- hareket ettirebilir? Malebranche’ın paralellik düşüncesini atıp “tanrısal mucizevî” de geç, diyesi geliyor insanın ama dilini sırıyor. 

Dilini ısırma konusunda “falsification” duvarına sırtını dayayan Popper ise tüm canlı şeyleri maddî bedene ve moleküler sisteme sahip olan şeyler olarak düşünmüş, tüm maddî/fizikî şeyleri kendileri gibi olan maddî/fizikî şeylerin oluşturduğu âlemin iştirakçileri kılmıştır. 

Bunun yanında Popper’a göre, bir de zihnî âlem vardır, burası canlıların zihin faaliyetlerinin egemen olduğu bir alandır. İnsanın dişinin ağrıması bedensel bir olaydır ancak bunun farkına varmak için zihinsel yetilere ihtiyaç vardır. Popper’ın J. C. Eccles ile birlikte kaleme aldığı The Self and Its Brain: An Argument for Interactionism başlıklı eserini (Springer-Verlag, Berlin 1977) Popper’ın bu konudaki yaklaşımını ve bilhassa dualist interaksiyonizmin farklı vechelerini merak edenlere öneririm. Bende pidiyefi var ama kimseye yollamam çünkü uslanmaz bir monistim, aşk evliliğine karşı değilsem de gerçekçiliğe aşırı vurgunum, animal symbolicum olduğumu ve skalada bilhassa öküzle ya da timsahla sembolize edilmeyi marifet belliyorum, Belleten’de 653 sayfa makale yazmak ve mümkünse Baudrillard’ın “genetik görüntü” dediği şahsa özel kodun bende meme ucundan emilme suretiyle hazza koşma şeklinde tebarüz etmesini istiyorum. 

Yine de dünya dönüyor.

— Notlar —

1. OED’deki ilgili tanım şudur: “A. The condition or state of being dual or consisting of two parts; twofold division; duality B. A theory or system of thought which recognizes two independent principles” TDK’daki ise şöyle: “Birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız, birbirine geri götürülemeyen, birbirinin yanında veya karşısında bulunan iki ilkenin varlığını kabul eden görüş, düalizm.”
2. Leibniz, Monadologie, 1714, s.81.
3. Malebranche, Dialogues on Metaphysics and On Religion, Cambridge University Press, 1997, s.xii.
4. T. Schmaltz, “The Science of Mind”, The Cambridge Companion to Early Modern Philosophy, ed. by D. Rutherford, Cambridge University Press, 2006, s.142.
5. Coleridge, Friend (1818) iii. 162.
6. H. Gross – K. Fligstein, “A Psychophysiologic Perspective on Affect and Psychotherapy”, J Am Academy Psychoanalysis, 10/2, 1992, s.189-212.

1 comments on “Dualizm

  1. >çok karışık gibi geliyor ama okudukça yazı kendini ifade ediyor adeta…

Yorum bırakın